Ekipsiz Asi



Ekipsiz Asi, ünlü yönetmen Robert Rodriguez'in genç yaşında kısıtlı bir bütçeyle bir film yapma yolunda yaşadıklarını anlattığı kitabının ismi. Kitabın Türkçe'ye çevirisini ise, senarist/yönetmen Aybars Bora Kahyaoğlu, Amerika'daki öğrencilik yıllarında yapmış. Şimdilerde bir televizyon dizisinde yönetmenlik yapmaya hazırlanan Kahyaoğlu ile 2009'un baharında bir söyleşi yapmış ve sinemaya giden zorlu yolda yaşadıklarını konuşmuştum. Okul yıllarını, sinemaya bakışını, projelerini anlatan Kahyaoğlu, ilk kez Acı Hayat dizisinde, etkisini hissettirmişti izleyenlere. Senaristliğini yaptığı 1.sezon ile Pars:Kiraz Operasyonu filminin senaryosunu yazmak için ayrıldığı 2.sezon arasında dağlar kadar fark vardı.Ve ardından önemli projeler ardı ardına geldi.Karşılıklı oturup konuşunca ne denli dolu ve bilgili bir insanla konuştuğumu anlamıştım.Ve tabi bu işi ne kadar sevdiğini.. Ama ülkemizdeki bu bencil, eğitimsiz sinema anlayışı,böyle yetenekli ve eğitimli insanları bir kenara itmeye çalışıyor. Benim için önemli olan ise, o bu sektörde kimin ne olduğunu iyi biliyor.İşte bu beni gelecek için, onun projeleri için ümitlendiriyor. Yazının devamında kendisiyle yaptığım söyleşiyi bulabilirsiniz.

Sinema eğitimi için Amerika’ya gitmeniz çok değişik ve ilgi çekici bir durum.Çünkü ülkemizde sinemayla ilginenler sinema eğitimine pek önem vermiyorlar gibi bir tablo var.Siz nasıl karar verdiniz Amerika’ya gitmeye?

Ben aslında liseden mezun olduktan sonra üniversite sınavlarında Bilkent Üniversitesi İktisat Bölümünü kazanmıştım. Ayrıca İstanbul Devlet Konservatuarı Opera Bölümünü kazanmıştım. Beş kişi alınmıştı o sene birisi bendim. Yine lisede Genco Erkal’la tiyatro çalışmalarım vardı. Yarı zamanlı konservatuara gidiyordum zaten, klasik gitar çalıyordum. Daha sonra arkadaşlarımla bir şeyler bulduk, babam da destek verdi ve beni finans uzmanlığı eğitimi için Amerika’ya gönderdi. Ama daha giderken ben finans okumayacağımı biliyordum. Kafamda tek bir şey vardı o da sinema. Amerika’ya gider gitmez orayı öğrenince hemen sinema okullarını araştırdım, ailemle konuştum dedim ki ben sinema eğitimi almak istiyorum, tiyatroda, müzikte bir takım faaliyetlerim var, annem de benim Türkolog’tur, onun da etkisiyle kitapla, yazmayla bir haşır neşirliğim var. Bunların hepsini sinemada toparlayabileceğimi düşündüm. Okulları araştırdım ve Columbia College Chicago’yu tercih ettim.

Türkiye’de de birçok sinema okulu ve kurslar var.Amerika’da gittiğiniz sinema okulunun burdaki okullardan farkı ne?

Şimdi tabi Amerika’da da bazı kurslar var.Gidiyorlar iki ay kursa katılıyorlar orda,sonra buraya gelip ben Amerika’da sinema okudum diye övünenler var. Halbuki o iki aylık kurslar tartışılır. Benim aldığım eğitim bir üniversite eğitimiydi. Beş yıl sürdü ve lisans diploması alarak mezun oldum. Eğitimin ben çok önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü dört beş sene boyunca üniversite ortamında sizin gibi film yapmak isteyen insanlarla bir arada olma ve bilim konuşma şansını yakalıyorsunuz. Ayrıca ordaki hocalarınız bu işin uzmanları. Benim gittiğim okulda sadece hocalar teorisyen değil, aynı zamanda profesyonel olarak bu işi yapan insanlar. Mesela Türkiye’de eğitim teoriktir. Yani hiç film yapmamış birisi, size yirmi sene film nasıl yapılır diye anlatır. Yine kamera imkanları çok fazlaydı Amerika’da. 16 mm, 35 mm gibi. Mesela benim Amerika’da panavision kamerada sertifikam var. Ama Türkiye’de henüz panavision kamera yok. Tabi tüm bunlar etkili oldu Amerika’yı tercih etmemde. Benim okuduğum okul, Amerika görüntü yönetmenleri birliğine en çok mezun veren yerdir. Bu da görüntüye, teknik eğitime ne kadar çok önem verdiklerini gösteriyor. Steven Spielberg’in görüntü yönetmeni Januzs Kaminski de burdan mezundur mesela. American Cinematographer dergisi bir röportajında Kaminski’ye soruyor, siz Columbia College’a gittiniz, peki size kattıkları neler bu okulun, film yapabilmek için sinema eğitimi şart mıdır diye .O da ‘Eğer yaşınız gençse, sinemaya dair birşeyler öğrenmek istiyorsanız, imkanınız varsa bu okula gidin, çünkü film yapmanın her alanıyla ilgili sizi bilgilendireceklerdir. Ben de bu şekilde bundan faydalandım ve mezun olduğumda kendimi çok hazır hissediyordum. Sinema eğitimi olmayanların daha çabuk önüne geçebildim’ diyor.

O halde Amerika’daki sinema eğitimi,ülkemizdeki eğitimden çok farklı..

Evet biraz öyle.Burdaki okullar sinema televizyon diye aynı isim altında iş yapıyor. Ama orda durum daha farklı. Açıkçası Amerika’da televizyon okuyan öğrenciler sinema okuyan öğrencilere imrenerek bakıyor. Bir de sinema bile kendi içinde bölümlere ayrılıyor orda. Hangi alanda uzmanlaşmak istiyorsanız ona yöneliyorsunuz. Senaryo mu, yönetmenlik mi, kurgu, belgesel yapımı, görüntü yönetmenliği, makyaj mı, animasyon mu. Ben film yönetmenliği bölümünü tercih ettim ancak kredili sistem olduğu için senaryo yazarlığı ve görüntü yönetmenliğinden de dersler aldım çok merak ettiğim için. Yıldız Teknik Üniversitesi Fotoğraf ve Video bölümü açmıştı, oraya alınan ilk öğretim görevlisiydim. Ama bir sene sonra istifa ettim. Çünkü burda eğitim yok, öğrenci alıyorsunuz. Öğrenciye ne öğreteceksiniz. Televizyon yok, video yok. Öğrenciye bir film izletip yorum yaptırılacak bir olanak yok. Kamera yok, müfredat yok. Öğrenciyi mi kandıracağız burda dedim ve istifa ettim.

Eğitiminizi tamamladıktan sonra Amerika’da kalmayı düşünmediniz mi?Amerika’da sinemayla ilgili çalışma şartları daha cazip gelmedi mi size?

Amerika’da çalışmak çok kolaydır diye düşünülür hep. Bu bizi yanıltmasın. Şöyle bir şey de var. Amerika bilinmeyen bir şey olduğu için insanlar bu konuda fazla atıp tutabiliyor.Bununla ilgili hoş bir anım var mesela. Birgün Sinegraf’tayım, genel koordinatör geldi, Aybars, aşağıda birisi var, senin okulunda master yapmış. İş başvurusu yapıyor bir baksana dedi. Mülakata ben de girdim. Söylemedim Columbia College’dan olduğumu. Ben hocaları dersleri sormaya başlayınca ortaya çıktı ki arkadaş sadece birkaç derse girmiş orada. Ben okudum bitirdim demeye getiriyor. Zaten dikkat edin. Ben Amerika’da okudum diyenlerin çoğu diploma göstermez size. Böyle durumlarla da karşılaştık maalesef. Amerika’dan dönüş sebebime gelince, Amerika’da bile bu sektöre girmek çok kolay değil. Benim aynı okuldan mezun Amerikalı arkadaşlarımın yüzde yetmişi şu anda farklı sektörlerde çalışıyor. Sadece şanslı bir azınlık Amerika’da sektörün içine giriş yapabiliyor. Bir de Amerika’da bazı kurallar var. Sendika üyesi olmanız lazım. Sendikaya girmek zordur. Tecrübe istenir. Bu benim gözümü korkutmadı ama ben Türkiye’ye dönüp burada birşeyler anlatmak istedim. Orda aldığım eğitim ve yaşadığım atmosferden sonra burda da çok bocaladım açıkçası.

Bu bocalamadan kastınız Türkiye’de istediğiniz iş ortamını yakalayamamaktan mı kaynaklandı?Türkiye’ye dönünce neler oldu?

Ben 1997 yılında mezun oldum ve haziran ayında ülkeme döndüm. Tabiki bu bocalama iş sorunundan ve kültür şokundan kaynaklandı. Türkiye’ye döndüğüm zaman öncelikle geçimimi sağlamak için İngilizce dersleri verdim. Daha sonra çeşitli ufak prodüksiyon kanallarında çalışmaya başladım. O zamanlar bir klip furyası vardı Türkiye’de, herkes klip çekiyordu ve klip çekenler baya havalı havalı dolaşıyorlardı. İzzet Öz Production o sıralarda sektörün en çok klip çeken şirketiydi. İzzet Bey’le tanıştıktan sonra beş altı aylık süre içerisinde klip senaryosu yazdım, kameramanlık yaptım, set işçiliği yaptım. Daha sonra ordan ayrıldım ve Burcu Güneş’in bir şarkısına klip çekilmesi söz konusuydu ve Cen Ajans Grey’de bu konu üstünde çalıştım ama bir yandan film nası çekebilirim diye araştırıyordum. İşte yine o sıralarda Yıldız Teknik Üniversitesi’nden öğretim görevliliği teklifi geldi. 1999 yılının Mart ayına kadar böyle klip,tanıtım filmleri gibi işler yaptım.Sonra dedim ki; ’Ben burda bu çileyi çekeceğime, Amerika’ya giderim, orda herhangi bir sette kablo toplarım, ışık tutarım daha iyi.’ Kalktım gittim. Bu sefer Teksas’a gittim. Çünkü orda bağımsız filmler yapılıyordu. O sıralarda Robert Rodriguez’in hikayesi meşhur olmuştu. Robert Rodriguez Austin, Teksas’da film çekiyordu. Belki onun setini görebilirim, orda çalışırım düşüncesiyle Austin’e gittim. Ve orda, bunu da açıklıkla söylüyorum, sendika üyesi olmadığım için setinde iş bulamadım. Ama setini çok merak ettiğim için, o sete güvenlik hizmeti veren firmayı buldum. O sete asgari ücretle güvenlik görevlisi olarak girdim. Bütün gün seti inceledim, set nasıl işliyor, kameraman ne yapıyor, Robert Rodriguez ne yapıyor diye. Eğitimli de olduğum için büyük bir tecrübe oldu bu bana. Velhasıl 1999 depreminde anneannemi kaybettim Sakarya’da. Yine ailemizden kayıplarımız oldu.Bu yüzden 2000 yılında tekrar Türkiye’ye döndüm.

Türkiye’ye döndükten sonra uzun bir süre haber kanallarında muhabir ve editör olarak çalıştınız. Medya sektörüne girişiniz nasıl oldu?


Döndükten altı ay sonra evlendim, para kazanmam lazım. Yönetmen olarak kimse iş vermiyor. Çok ilginç anıdır bunlar bende. Mesela ben ünlü bir yönetmenin yanına gittim. İsim vermeyeyim. O sıralarda çok popüler işler çıkartıyor. Anlattım kendimi. Benim böyle diplomam var, panavision sertifikam var. Bana dedi ki ‘benim için diploma anlam ifade etmez, herkes gibi sıfırdan başlarsın işe, kablo taşıyarak’. Ben de teşekkür ettim ayrıldım ordan. Ama şimdi bana bir proje danışacağı zaman başka bir platformda konuşuyoruz beni hatırlamıyor bile. Ben de hiçbir zaman söylemedim zaten. Çok kişinin yanına gittim kapısından çevirdiler, ama şimdi hiç biri hatırlamıyor. Bu da benim için başka bir keyifdir. Her neyse istikrarlı para kazanmam gerekiyordu, medyadan da uzak kalmak istemiyordum. Erkan Oyal’la tanıştım o sırada, TV 8’de haber programı vardı. Bana bir editör lazım, lisanı iyi olan, işleri çekip çevirecek biri çalışır mısın dedi. Ben de kabul ettim. TV 8 ‘de çok yoğun çalıştım, muhabirlikte yaptım yine. Rahmetli Başbakan Bülent Ecevit’in Bush’la Beyaz Saray’daki görüşmelerine katıldım muhabir olarak. Çok yoğun çalışıyordum haftada altı gün. Eve gelirdim senaryo yazardım yine de. Haber merkezinde yemek yerken, kahve arasında muhabbet etmek yerine senaryo çalışmaları yapardım. Haber merkezinde çalışmamın bana büyük bir faydası oldu. O kadar karışık bir bilgi ortamında, esas önemli olan bilgiyi bulmak ve asıl önemli olan cümleyi çıkarmak. Bunu manşete taşımak. Bunun için de hızlı olmak şart. Bir dakika kalmış yayına girmeye haber metnini yazmak gerekli. Müthiş bir adrenalin. Bu bana büyük bir tecrübe kazandırdı ve senaryoda diğer meslektaşlarımdan bu açıdan daha iyi olduğumu düşünüyorum. Daha sonra Cnn Türk’te dokuz aya yakın çalıştım ve NTV’ye transfer oldum.

Peki ya sonra?Necip Fazıl Kısakürek’i anlatan Üstad belgeseli bu evrede mi gerçekleşti?

Evet. Üstad belgeselini Ntv’de çalışırken planlamıştım. Uzun dönemdir Necip Fazıl Kısakürek’in hayatını çekmek istiyordum. Bir de ülkemizdeki bu gruplaşma çok ilgimi çekti. Mesela Nazım Hikmet’le Necip Fazıl Kısakürek çok sık kavga da ederler ama çok da iyi arkadaşlıkları da varmış. Burda bir boşluk hissettim ve belgeselini çekmek istedim. Oğulları ile temasa geçtim,o da bir buçuk yılımızı aldı onları ikna etmek. Belgeselin yapılacağı kesinleşince Ntv’den ayrıldım. Hiç unutmuyorum. Ntv’de çalışırken bir gün oturdum ve düşündüm. Ben burda devam edersem beş yıl sonra nerde olacağım? Diyelim haber müdürü olurum, haber müdürümüze baktım bir an ne yapıyor ne ediyor diye. Dedim ki ben bunun için okumadım. Burda iş disiplinimi ayakta tuttum, medya ile olan bağımı koparmadım. Habercilik benim geçim kaynağım ama isteğim bu değil. Ben bir şekilde sinema sektörüne girmek istiyorum. Haberciliğimin zirvesindeyken, çalışma şartlarım ve ortamım çok iyi olmasına rağmen, gidip istifamı verdim. Ntv'deki o nezih ortamı bırakıp Cağaloğlu’nda tuttuğumuz köhne bir handa, ısınma sistemi bile olmayan bir ortamda, başladık belgesele. Çok sıkıntılı oldu ama. Necip Fazıl’ın oğullarının bazı konularda çok hassas davranmaları gibi. Belgesel bitti. Atatürk Kültür Merkezi’nde galası yapıldı. Birçok davetli, başbakan da geldi. Ayakta alkışlandı. Yazıldı çizildi. Sonradan Necip Fazıl’ın oğlu belgeseli beğenmediğini söyledi, meğer hedefi belgeselden benim ismimi atıp yönetmen ismine kendini yazdırmakmış. Açıkçası mahkemeye verip haklarımı isteyebilirdim ama o isim üzerinden tartışmaya girmek istemedim.

Daha sonra Osman Sınav’la çalışmaya başladınız.Bu tanışma süreci nasıl gelişti?

Belgeselde yaşanan olumsuzluktan sonra bir hayli umutsuzluğa kapıldım. Aynı zamanda işsiz kalmıştım. Para kazanmak zorundaydım çünkü çocuğum vardı, ufak tefek şeyler denedim. Tanıtım filmleri, tercümanlık gibi. Askerliğimi de yapmamıştım henüz. Dedim bari askere gideyim, sıradan çıkarayım. O sırada bir telefon geldi. Arayan bir arkadaşımdı. ’Osman Sınav Amerikalı bir yapımcıyla ortak bir film çekiyor. Amerika’yı da Türkiye’yi de iyi bilen birisini arıyor, hem de ingilizcesi iyi olan birisini. Gidip bir tanış istersen’ dedi. Ben askere gidiyorum dedim.Moralim de çok bozuk. Yapmakta istemiyorum hiçbir şey. Neyse en azından gidip tanışayım dedim. Gittim, görüştüm Osman Sınav’la. Dinledi beni. Tamam dedi sen bizle çalış. Askerliği erteledim ve Sinegraf ‘ta çalışmaya başladım.

Sinegraf’ta yaptığınız çalışmalara geçmeden önce, Ekipsiz Asi ismiyle Türkçe’ye çevirdiğiniz Robert Rodriguez’in Rebel Without a Crew adlı kitabının önsözünde yazdığınız bir cümle çok dikkatimi çekti. Diyorsunuz ki ‘Maddi zorlukları bahane ederek, üretmeden sinema hakkında atıp tutan ve sonra Türk Sineması neden gelişmiyor sorusuna uydurma cevaplar bulanlara bir alternatif olsun diye çevrildi bu kitap. Bu önsözü 2000 yılında yazmışsınız ve yolun başındaki bir sinemacı için, Türkiye’deki bakış açısına yönelik çok doğru bir tespitte bulunmuşsunuz. Bu kanı nası gelişti sizde?

Şimdi şu var.Columbia College’de farklı bir ekol vardır. ’Olmuş gibi görünmek değil,olmak’. Yani olmadığınız bir şeyi olmuş gibi söylemeyin, kendinizi bu şekilde pazarlamayın dediler bize ve biz sizi burda onun bunun setinde kablo taşıyın diye eğitim vermiyoruz. Bize öğretilen buydu. Ben bununla Türkiye döndüm. Bağımsız film yapabilmek için bir çok teknik var. Amerika’da digital film çekilip 35 mm’ye aktarılıyordu. Türkiye’de bunu kimse bilmez. Ben Türkiye’de digital film çekelim, 35 mm’ye aktaralım dediğim zaman bana gülüyorlardı. Şunu gördüm ben Türkiye’de. Arkadaşlarım da, öğretim üyeleri de dahil, sektörde birçok profesyonel de dahil, şunu şöyle yapabiliriz dediğiniz de, hemen yok ya yapılamaz diyebiliyorlar. Bunun sebebi şu, bir filmin nasıl yapılabileceğini tam anlamıyla bilmiyorlar. Senaryo yazmayı, bütçe ayarlamayı bilmiyorlar. Bir ekibi çalıştıracak teknik bilgiye sahip değiller. Ama oturup konuşmasını iyi biliyorlar. Yok şu şöyle yapmış, şu akım şöyleymiş, Fransızlar şunu yapmış. Sürekli konuşuyorlar. Hadi gelin film yapalım dediğin zaman hiçbir şey diyemiyorlar. Yapalım dediğin zaman yapmaz, yaptığını da eleştirir. Sonra da devlet vermiyor ki bütçe film yapalım, Türk sineması tabi gelişmez gibi şeylere sığınıyorlar. Ama Türkiye’de asıl sorun proje geliştirmeye yönelik çalışan insan yok. Amerika’da bile okuyan Türk öğrenciler, ders arasında kantinde sandalyeyi çekip, ya işte Amerikalılar yapıyor, şöyle böyle. Onlar orda konuşmaya devam ederken, yabancılar içerde başka bir şey öğrenmenin peşinde.Bu iş lafla olmaz, çalışmakla olur. Kitabın önsözünde bahsetmek istediğim buydu.

Peki Türkiye’de neden sinemaya karşı böyle bir bakış açısı var?Neden herşeyin hep olumsuz tarafına bakılıyor?


Türkiye’de bir nesil çarpışması var. Siz bana Türkiye’deki yapımcıları sayın şimdi. Hepsi 50 yaşın üstündedir. Ya reklamdan gelmedir, ya diziden gelmedir..

Çoğu da önce yönetmen olup sonra yapımcı olanlar...

Çok doğru.Esas sorun bu işte. Siz bir proje götürdüğünüz zaman, o proje kendisinin değilse nasıl yapılacağına bakmaz. O projeyi illa kendi istediği gibi yazdıracak, senaryoda kendi ismi olacak, ben yazdım diye, kendisi çekecek. Yapımcı işletmeci mantığıyla baksa. Bana genç biri gelmiş bir projeyle bunu nasıl değerlendirebilirim dese, ya da ben bu işten nasıl para kazanırım dese ben buna da razıyım. Ama biz de hem yapımcılığını yapacak hem yönetmen olacak hem senaryoyu yazacak. İşte problem bu.

Peki çalışmalarınızla devam etmek istiyorum.Bu süreçte Sinegraf’a geçtiniz ve o sıralarda Sinegraf  
‘Acı Hayat’isimli diziyi çekiyordu ve dizinin senaryo ekibine katıldınız.Gayette başarılı oldu dizi.Bu ekibe katılmanız nasıl oldu?


Bu bahsettiğim Osman Sınav’ın Amerikalılarla olan film projesinde ben Osman Sınav’ın danışmanı olarak her dakika yanındaydım. Defalarca Los Angeles’a gittik birlikte. Orada Hollywoodlu bir senaryo yazarıyla çalışılıyordu ve o yazarın senaryosu başarısız oldu. Ben de bu senaryodaki eksiklikleri tespit ettim, yapılan hataları Osman Bey’le paylaştım. Biz orada on gün bu film için oturup bir senaryo yazdık. Benim senaryo yazarlığımı ve iş konusundaki bilgimi Osman Bey o sırada görmüş oldu. Acı Hayat başlarken ben Osman Bey’e dedim ki benim senaryo yazarlığı konusundaki yaptıklarımı gördünüz.Müsade edin, ben bu senaryo ekibinde yer alayım, ben de sizin tecrübelerinizden yararlanayım dedim. Kabul etti. Kısa sürede ben senaryonun tüm yükünü sırtlanmış vaziyetteydim. Acı Hayat zaten 5.bölümde reytinglerde zirveye oturmuştu. Ben birinci sezonun hepsini, yani 23 bölümünü yazdım. Daha sonra Pars Kiraz Operasyonu filminin senaryosuna çalışmak için ikinci sezon başlarken ayrıldım. İnsanlardan aldığım izlenim de ilk sezonun çok iyi olduğu yönündeydi. Bu da beni mutlu ediyor.

Osman Sınav sizle çalışmaya başladıktan sonra bir röportajında ‘Bundan önceki çalışma arkadaşlarıma anlatamadığım tek şey senaryoydu’ diyor.Sizin senaryo kabiliyetinizi övüyor.Siz de bahsettiniz ama,sizce de gerçekten bir senaryo problemi var mı ülkemizde?

Şu tartışılır birşeydir.Benim senaryomu birisi beğenir,birisi beğenmez.Ama senaryo yazmanın belli kuralları vardır. Bunu iyi bilmek gerekir. Mesela iyi bir kurgu için heyecan yaratmak gerekir. Acı Hayat’ın ilk sezon başarılı olmasında Kenan İmirzalıoğlu ve Osman Sınav isimlerinin tabi ki etkisi var ama bu iş kolektif bir iş. İyi bir ekip olmak şart. Biz Acı Hayat’ta aşk ve aksiyonu iyi kurguladık ve burda başarı sağladık. Kenan da o role yakıştı ve dizi başarılı oldu. Senaryo yazarken önemli olan şu. Bir roman yazmıyorsunuz. Bir odaya kapanıp,ben bu hikayeyi böyle anlatmak istiyorum deyip istediğim cümleyi yazayım demek değil. Orada bütçe var,yapımcıyı,oyuncuyu düşünmeden yazamazsınız. Sanıyorum benim Osman Sınav’la senaryo konusunda iyi anlaşmamızın en önemli nedeni şu, ben Osman Sınav’ı hep iyi dinledim. Yazıp gösterdim, onun fikirlerinden de yararlandım. Kafama göre iş yapmadım.

Pars Kiraz Operasyonu sizin ilk sinema filmi çalışmanız.Bu filmin senaryo süreci nasıl gerçekleşti?


Osman Sınav narkotikle ilgili bir hikaye yapmak istiyordu. Ben de oturdum çalıştım. Önce Sapanca’da on gün bir dağ evine çekilip bir hikaye yazdım. Sonra Ege’de sessiz bir otelde Osman Sınav’la çalıştık benim ilk yazılarımın üstünden geçtik, düşünüp revize ettiğimiz bölümler oldu. Filmin senaryosu bu şekilde ortaya çıktı. Ama filmin senaryosu benim ilk yazdığım haliyle olan senaryo değil. Benim karşı çıktığım, tartıştığım sahneler de oldu. Ama sonuçta yapımcının takdiridir bu.

Sinema filmi Osman Sınav’ın hep kafasında olan bir şey miydi? Yoksa bir anda mı karar verildi?

Biz Osman Sınav’la Cannes Film Festivaline gittiğimiz de baktık ki, insanlar film çekiyor. Filmler yapılıyor. Osman Sınav’da ‘Bir film çekmemiz lazım bizim de, şöyle narkotikle ilgili bir film yapmak istiyorum’ dedi. Bu kadar. Aradan bir ay geçti. Ben Osman Bey’e bir hikaye götürdüm. Narkotikle ilgili birşeyler yapmak istiyordunuz, böyle bir hikaye kurdum, bir bakar mısınız diye. O da inceledi. Tamam bundan olur, sen buna çalış dedi. Ben de çalıştım, Osman Bey’e danıştığım yerler oldu. Yani filmin ortaya çıkışı bu şekilde. Osman Sınav sadece narkotikle ilgili bir film yapmak istiyordu.Hepsi bu.Hikayeyi ben kurup ona götürdüm.Ama daha sonra ki açıklamalarında farklı beyanatları oldu Osman Bey’in.

Pars Kiraz Operasyonu filmi için çok büyük bir bütçe harcanmasına rağmen,film gişede istediği başarıyı yakalayamadı. Bunun nedenleri sizce neler? Çok tartışılan bir erotik sahnesi vardı filmin..

O,Osman Sınav’ın insiyatifiyle filme eklenmiş bir sahnedir. Sadece bunu söyleyeyim. Filmin gişede başarısız olmasının birçok nedeni var. Çok geç girdi gösterime, mayıs ayı çok geç bir tarihtir filmler için. Mehmet Kurtuluş’un Türkçe’si de bu nedenler arasında sayılabilir.

Osman Sınav’ın çok uzun süre sinemadan uzak kalışı,sinema filmi yerine,televizyon dizisi çekmesi bunda etkili miydi sizce?


Ben sadece Osman Sınav için değil genel olarak şöyle bir şey söyleyeyim.O açmazı ben de yaşıyorum bazen. Çünkü sinemanın anlatım mantığıyla dizinin anlatım mantığı aynı değildir. Çok fazla dizi yaptığınız zaman sinema hassasiyetlerinizi kaybedebilirsiniz. Sinemada hikayeyi 100 dakikada anlatmak zorundayken, dizi de haftalarca hikayeyi uzatabiliyorsunuz. Lastik gibi çekiyorsunuz yani. Yani bugün yapılan bir çok dizinin konusu rahatlıkla sinemaya sığar. Bir ‘Ahlaksız Teklif’ isimli filmi alırsınız ‘Binbir Gece’diye bir dizi yaparsınız ve üç sene lastik gibi uzatırsınız. Bu da ayrı bir teknik. Bu teknik sinemaya zarar verir. Genel olarak bizim sinema filmlerimizde bu sorun var.

‘Pars’ seri halinde dört film olacağı söylenmişti.Ancak ikinci proje dizi olarak geldi.Kiraz Operasyonu’nun gişede istediği rakama ulaşamamasından sonra mı böyle bir şeye karar verildi?

Pars’ın 4 film halinde olması Osman Bey’in projesiydi ve film gişede başarılı olsaydı öyle de gidecekti. Bu iş sermaye isteyen bir iş. Gişede istenilen gelir elde edilemeyince bir zarar oluştu. Bu zararı karşılamak için de ‘Pars:Narkoterör’ bir B planı olarak dizi olarak çekildi. Pars:Narkoterör dizisinin de 23 bölümünde senaryosunu yazdım.

Pars:Narkoterör dizisinden önce de yine Pusat adlı dizinin senaryosunu yazdınız. Pusat’ın hikayesi nasıl gelişti?

Haluk Piyes, Osman Sınav’ın beğendiği bir oyuncu oldu Pars Kiraz Operasyonu filminden. Boksörlükte yapmış zamanında. Osman Sınav bir genç boksörün hayatını, mücadelesini dizi yapsak ben bunun tutacağını düşünüyorum dedi. Ben de bunun üstüne çalışmaya başladım. Ancak benim Osman Sınav’a söylediğim ilk şey, biz bunu yapınca bize diyecekler ki, bunlar yerli Rocky yapıyorlar. Ama üçüncü dördüncü bölümden sonra eğer yerli Rocky unutulup, Pusat denilirse bu işe biz kazanırız. Hani sadece ekşi sözlükte herşeyi bilen, herşeyi eleştiren arkadaşlarımız eleştirdiler, ama benim için önemli bir kriter değil o. Türkiye’nin en çok reklam alan dizisi oldu. Gençler,çocuklar herkesi etkiledi.Dizinin bitmesi ise kesinlikle reytingle alakalı bir durum değildi. Dizide gerçek hayatında boksör olan oyuncular da vardı.Onları sette tutmak biraz zor oluyordu açıkçası. Bu nedenle dizi sona erdi.Daha sonra ben Doludizgin Yıllar dizisinin hikayesini yazıp, askere gittim.Geldikten sonra da Alayına İsyan ve Cam Kırıkları adlı dizilerin senaryosunu yazdım.

Çalışmalarınızla ilgili konuştuk ama benim merak ettiğim diğer bir konu,sizi hep senarist olarak mı göreceğiz?Yönetmen koltuğuna oturmayı düşündüğünüz bir projeniz var mı?

Ben biraz yapı itibariyle ve aldığım eğitimden dolayı biraz daha maraton koşucusu gibiyim. Yeri geldiğinde yüz metreyi de koşarım. Şimdiye kadar her konudan tecrübe kazanmaya çalıştım. Senaryo konusunda tecrübe kazanmak film yapmak için çok önemli. Senarist boşluğu çok fazla olan bir ülkede özellikle. O yüzden senaryo yazarken iç dinamiklerini, dramatik yerlerini görüp öğrenmeyi çok önemsiyorum. Bütün bir ömrümü sadece senaryo yazarak geçirebilirim. Hiç bir sıkıntım yok o konuda. Çünkü siz bir hayal gerçekleştiriyorsunuz, yönetmenler, oyuncular bu hayali gerçekleştirmek için gece gündüz çalışıyorlar.

Bu biraz da sizin geliştirme süreci ile ilgili olan hayalinizle ilgili mi sürekli senaryo yazmak?

Evet.Ben bu senaryo boşluğunu gördüğüm için orda hem kendim ilerlemeye çalışıyorum hem de oraya insan yetiştirmeye çalışıyorum. Sürekli bu işe uygun olan insanları bulmaya çalışıyorum. Türkiye’de bir gördüğüm de şu, sizi çırak olarak yanınıza alırlar, sizi yetiştirene kadar on, on beş yıl süründürürler. Benim orda düşüncem farklı, ben yeteneği olduğuna inandığım insanları yanıma alıp, onları yetiştirmeye çalışıyorum. Çünkü bu kolektif bir iş. Benim yanımda yetişen birisinin çektiği film başarılı olursa bu da beni mutlu eder.Yönetmenliği neden yapmıyorsunuz sorusuna gelince, benim Columbia College’dan aldığım beş yıllık eğitim ve diploma çok şey ifade etmesine rağmen, etmiyormuş gibi davranıyorlar. Görmezden geliyorlar. Kendi filmimi yapmak istiyorum ama bu da büyük bir sermaye istiyor. Tabiki sürekli çalışıyorum.

Türk Sinemasının atağa kalktığı söyleniyor hep.Siz buna katılıyor musunuz?

Tabi filmlerin sayısında bir artış var. Ama ben şunu önemsiyorum. Bu hareketlilik genişleyen bir hareketlilik mi yoksa belli ellerde toplanan bir hareketlilik mi? Beş tane yapımcı şirket varsa hep aynı firmalar filmleri yapıyorsa bu ne kadar büyük bir gelişme tartışılır. Ama ciddi bir şekilde bir hareketlilik var bu da inkar edilemez. Bu gelişmenin sağlıklı olması için bazı kriterlere dikkat etmek lazım. Buna dikkat edilmiyor tabi. Herkes şunun peşinde, işte yaz geliyor, genç şarkıcı gruplardan birini alalım, meşhur birini kapalım. Bir otelde bize sponsor olur, böyle bir film çekelim mantığını da ben gelişme olarak düşünmüyorum.

Sinemadan konu açılmışken beğendiğiniz isimler kimler Türk ve Dünya sinemasında?

Ben bu tarz sorularda çok zorlanıyorum. Film bazlı konuşmak daha hoşuma gidiyor. Ama benim okuduğum okulda bir Martin Scorsese hastalığı vardı. Scorsese’yi yönetmen olarak severim. Al Pacino’nun oynadığı Kadın Kokusu filmini çok severim mesela, bir daha bir daha seyrederim. Gişeye yapılmış bir film sonuçta. Ama ben severim. Sergio Leone'nin Once Upon a Time in the West filmi olsun, Orson Welles’in Touch Of Evil filmi olsun, oturur defalarca seyrederim. Kore sineması senaryo anlamında güzel şeyler çıkarıyor. Takip etmeye çalışırım. Biraz da klasikçi bir adamım. Kurosawa’nın Yedi Samuray’ını çok severim.Ama Kurosawa’nın bütün filmlerine tahammül edebiliyor musun dersen, edemem bazen. Film film bakmak daha mantıklı geliyor bu nedenle bana.

Peki nasıl bir sinema beklentiniz var genel olarak?

Esas mesele şu, senaryo yapılıyorsa hakkı verilerek, rejinin hakkı verilen, kurgusu keza öyle. Yani herkesin bir işte uzmanlaştığı, ben editörüm, ben senaryo yazarıyım, ben görüntü yönetmeniyim diyebildiği bir sinema. Herkesin sürekli çalıştığı, çalıştığı şeyin üstüne yaratıcılığını koyduğu, yeni yöntemler bulduğu ve tüm bunların da iyi bir orkestra gibi kollektif şekilde bir araya getirilebilen bir sinema. İşte o zaman iyi filmler ortaya çıkar. Yoksa şurdan biraz para buldum hadi film çekeyim. Daha önce bu işi yapmadan, teknik bilgiye sahip olmadan film yapmakla böyle sinema olmaz. Ben senaryo yazarıyım ve bundan da gocunmuyorum. Bir ömür bunu yapabileceğimi söyledim size. Çünkü ben meslek olarak bunu seçtim. Böyle bir sinema hayal ediyorum.

Peki sinemayla ilgilenmek isteyen gençlere neler tavsiye edersiniz?

Bütün söylediklerimin toplamı şuna gelir. Herkes sinemada herşeyi yaparım diye düşünmesin. Herkes kendine bir alan bulsun. Tavsiyem boş alanları değerlendirin. Kendinize alan seçin ve uzmanlaşın. Editör olun, kurgucu olun. Bütçe yapmayı bilmeyen biri kalkıp kendi kendine film çekmeye çalışıyor.Bu işin finansal boyutu var, hukuki boyutu var. Önce bir alanda uzmanlaşın daha sonra diğer alanları öğrenmeye çalışın. Birinci tavsiyem bu. İkinci tavsiyeyse şu. Muazzam bir nefes, muazzam bir sabır ve inat. Yani vazgeçen adam, motivasyonu kaybeden adam, çalışmayan, işini kovalamayan adam sinemacı olamaz. Bakın Osman Sınav ‘Masumlar’diye bir dizi çekiyor. 52 yaşında ama 48 saat uyumadan sette olduğu vakitler oluyor. Niye çünkü inatçı, vazgeçmiyor. En basiti şu. Beni kaç kere aradınız bu söyleşi için? O kadar çok aradınız ki, en sonunda bu söyleşi gerçekleşti. Beni bir kere iki kere arasaydınız sonra kaybolsaydınız, ben sizi aramazdım. Söyleşiyi ciddiye alıp hazırlanıp gelmeseydiniz, açık söyleyeyim daha kısa cevaplar verebilirdim. Bir ön hazırlık yapmışsınız, bu bir tavırdır. Bu tavrınızı tebrik ediyorum. İşte en önemli tavsiyem bu. Vazgeçmeden çalışarak, azimli bir şekilde hedefe doğru yürümek.

Çok teşekkür ediyorum Sayın Kahyaoğlu,değerli vaktinizi bize ayırdığınız için..


Ben de bu ciddiyetiniz için size çok teşekkür ederim.

Röportaj : Bahadır Coşkun,Fotoğraf : Gökhan Akın

Mail : bahadircoskun@yahoo.com